“‘Vesayet rejimine son vereceğiz’ diyor. Ya güldürme adamı. Asıl en vahim kişisel vesayet rejimini sen kuruyorsun” diyen Baykal, “Milletvekillerini tayin ediyorsun, yetmiyor bütün genel müdürleri, müsteşarları tayin ediyorsun. Başkan yardımcısının kim olacağı belli değil. Hiçbir kısıtlama getirilmiyor” değerlendirmelerinde bulundu. “Bu demokrasiyi cumhuriyete karşı kullanmak isteyenlerin cumhuriyete yönelik bir tuzağıdır” diyerek anayasa değişikliği teklifini eleştiren Baykal, “Cumhuriyeti ilk kez millet sahiplenecek ve savunacak” ifadesini kullandı.
Deniz Baykal: Yüzde 51, yüzde 100’e üstünlük taslayamaz; tapuyu gaptırmayın!
Deniz Baykal’ın Cumhuriyet’ten Kemal Göktaş’a verdiği söyleşi şöyle:
– Başkanlık teklifi sürecinde sizin bir öne çıkan konumunuz oldu. İkna edici anlatımlarınızdan sonra parti de sizin daha çok görünmenizi istedi sanırım.
Arkadaşlarımız bu konuda ciddi biçimde çalışıyorlar. Hem komisyonda, hem genel kurulda çok ciddi değerlendirmeler yapıldı. Bu konuda bir eksiklik olduğu kanısında değilim. Ama gözleminiz doğru. Ben bu konuda, kendi sorumluluk duygumla bir inisiyatif aldım. Bu projeyi gördüğüm anda mutlaka Türkiye’nin ‘dur’ demesi gerektiğine kişisel olarak inandım. O doğrultuda 4 ya da 5, kapsamlı, konuyu anlatan, değerlendiren, önemini ortaya koymaya çalışan mülakatlar verdim. Onlar büyük ilgi gördü. Anlaşılıyor ki bir ihtiyaç varmış.
“Tipik bir Orta Doğu dikta rejiminin altyapısını oluşturma konusunda bir viraj alınacak”
– Bu teklif referandumdan geçerse nasıl bir ülke olacağız?
Bu olasılık bizi kaygılandıran konu. Türkiye’de 90 yıllık devlet olarak kurumsallaşmış, gerçek devlet haline gelmiş, yargısı yargı gibi işleyen, meclisi meclis gibi işleyen, yürütmesi hesap veren bir ciddi devlet düzeni oturtmaya çalışıyoruz. Ciddi mesafe aldık ama oturtamadık. Yine de Orta Doğu’da bu konuda ciddi mesafe almış, en devlete benzeyen yapı haline geldik ama olmadı daha. 90 yıllık bu mücadeleyi geriye çevirecek bir olay bu. Tipik bir Orta Doğu dikta rejiminin, kişisel bir hâkimiyet rejiminin, hegemonya rejiminin siyasi ve hukuki altyapısını oluşturma konusunda müthiş bir viraj alınacak. Engellemelere, durdurmalara rağmen 90 yıldır ilerleyen hukuk devleti ve demokrasi sürecimizi askıya alacak ve geriye döndürecek bir tekliftir. İktidarı paylaşma yerine iktidarın temerküzü yaşanacak. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Kuvvetler ayrılığı düşüncesiyle alay ediyor bu değişiklik metni. Bizim “milletin egemenliği ve Meclis’in üstünlüğü” anlayışına dayalı temel siyasetimiz tahrip edilecektir. Milletin egemenliğine şirk koşulacaktır. Millet egemen olmaktan çıkacaktır. Yasama yetkisi başkanla paylaşılacaktır. Kamuoyunun önemini henüz tam kavramadığı, kamu tüzel kişiliği kurma yetkisi veriliyor başkana. Anayasanın 123. maddesinde Meclis’e özgü bir yetki olarak tanınmıştı bu yetki. İdari ve siyasi kamu tüzel kişilikleri var. Türkiye Cumhuriyeti’nin tüzel kişiliği, devlet yani, sonra il özel idaresi, il genel meclisi, seçimle oluşan vilayet yönetimleri, üçüncüsü belediyeler ve dördüncüsü köy yönetimleridir. Başkan, Meclis gibi idari ve siyasi bir kamu tüzel kişiliği kurma yetkisiyle donatılıyor.
“Demokrasiyi cumhuriyete yönelik bir tuzak olarak kullandılar; cumhuriyeti ilk kez millet sahiplenecek ve savunacak”
– Bunun riski ne? Yani ne yapabilir?
Eyalet kurar, her şey yapar. “Güvenin bana” diyor. Bunu yeterli sayabilir ortakları ya da birileri. Bırak başka birinin gelmesini, bu (Erdoğan) düne döner, yarına zıplar. Nereye zıplayacağını biliyor musun? Dün nerede olduğunu bildiğimiz birisinin, bugünkü noktasını ebedi bir istirahat noktası olarak mı kabul edeceğiz?
– 90 yıllık Cumhuriyet varlık-yokluk dönemecine doğru gidiyor. Cumhuriyet nerede hata yaptı?
Cumhuriyetin kendini savunmak zorunda kaldığı bu noktada, Cumhuriyetin ne hata yaptığı konusu çok anlamlı bir tartışma değil. Böyle bir Cumhuriyet deneyimi dünyada yok. Cumhuriyeti kabul ettirme süreci, müthiş bir olaydır ve bir feodal toplumsal yapıya, 600 yıllık alışkanlıkların ötesinde çağdaş bir cumhuriyet düzenini benimsetmek, ona yönelik eğitimler vermek, onu bir kültür, hukuk, eğitim olarak yerleştirmek mücadelesi yaşanmış, sonra da demokrasiye geçilmiş. Bu demokrasiyi cumhuriyete karşı kullanmak isteyenlerin cumhuriyete yönelik bir tuzağıdır. Demokratikleşmenin bir aşamasında birileri demokratikleşmenin olanaklarıyla cumhuriyetle örtülü bir hesaplaşma arayışı içinde girdi. Şimdi bu umarım iyi sonuçlanacak. Bunu sağladığımız zaman bu tarihi bir olay olacak, bahsettiğim bu ikilem bakımından. Yani cumhuriyeti ilk kez millet sahiplenecek ve savunacak.
“İçine bir Truva atı yerleştirebiliyorsun”
– İlk kez mi olacak bu?
Böyle bir teste maruz kalmadı millet. Milletin böylesine bir sorumluluk üstlenmesi durumu çıkmadı. Halk cumhuriyete yönelik bir savunma yapma gibi bir göreve çağrılmadı. Çağrılması gerekmedi. Şimdi bu en hassas noktalarıyla oynanıyor cumhuriyetin. Nedir o hassas nokta? Meclis üstünlüğü. Cumhuriyetin güvencesi bu. TBMM’de her siyaset, kimlik, etnisite, inanç, mezhep, şu ölçüde bu ölçüde yer alıyor. Meclis milletin yansımasıdır. Şimdi buna şirk koşuluyor. Çok net. Bunun izah edilir tarafı yok. “Meclis orada duruyor” diyorlar. Danışma meclisleri de vardı 12 Eylül’de, Ayan Meclisleri de vardı. Sen onun temel yetkilerini kullanmaya başlamışsın ve üstelik içine bir Truva atı yerleştirebiliyorsun. Meclis çoğunluğunun listesini YSK’ya verip milletvekili olmasını sağlıyorsun, Meclis’i de kendin belirliyorsun. Bu cumhuriyet denilen olayı ortadan kaldırıyor. Ben buna karşıyım. Cumhuriyet kişinin güvencesinde olamaz. İran, Mısır, Irak, Suriye, Libya, hepsi cumhuriyet. Diyorlar ki “Biz de cumhuriyetiz, 1923’de koyduk adını, değişmiyor”. Koyduk da, içini boşalttın kardeşim. Milletin sana oy vermeyeceği korkusu içinde bunu yapıyorsun. 7 Haziran’da vermemeye başladı. Vermedi. Bir daha olmasın diye yapıyorsun. Millet 5 yıldan önce seçime bile gidemiyor, sen istemezsen. Milletin kendisini üretmesine bile izin vermiyorsun.
“Devleti laikliğe karşı mücadelenin miğferi haline getirirsen laikliği korumak zor olur”
– Sadece demokrasi değil, laiklik konusunda da bugünkü durumu da aşan ciddi bir tehlikeye doğru gitmiyor muyuz?
O endişe bununla ilgili değil. Bu artıracak bir şey elbette. Laiklik, geleneğimiz içinde, eğitimi, kültürü, değerler sistemi, hukuku yüzlerce yıl boyunca şekillenmiş bir toplumda, kendiliğinden açan bir çiçek değil. Laiklik bir güvence. Bugün Türkiye, laikliğe dost olmayan bir iktidarın anlayışı içinde yönetiliyor. Devleti laikliğe karşı mücadelenin miğferi haline getirirsen laikliği korumak zor olur. Şimdi o zorluğu yaşıyor Türkiye. Ona rağmen ayakta kalıyor. Ortadoğu bataklığına Türkiye’nin gözü kapalı sürüklenişinin altında da yine bu anlayış var. Dış politikanın dini terminolojiden bağımsız kavramlarla yürüdüğünü kimse kabul ettiremez. Suriye ile kurduğumuz yanlış ilişkinin Suriye dışına sıçraması ihtimali, kendini gösteriyor. İran’la ilişkilerde ciddi bir kırılma ortaya çıktı. Nevruz’da Antalya’ya 2 milyon kadar İranlı turist gelir. Bu son açıklamalar nedeniyle gelmeme ihtimalleri var.
“İktidar vapurlardaki işportacılar gibi davranıyor”
– Anketlerde ‘Hayır’ önde görünüyor. Sizin bir tahmininiz var mı?
Bir siyasetçinin “Şu olacak” diye hüküm vermesi, çizmeden yukarı çıkmaktır. Ancak gelişmelere bakarak değerlendirme yaparız. Bir ayı geçen bir süreç yaşandı. İktidarda büyük bir telaş var. İktidar mutlaka ‘evet’ çıkarma gayreti içinde. Bunun için malına güvenen insan çıkar malını anlatır, getirdiği düzenin yararlarını anlatır yani. Ama ayıplı mal pazarladığını bilen kurnaz bir satıcının davranışları var. İşi mübalağaya, gargaraya getirmeye çalışıyor. Olayla ilgisi olmayan şeyler söylüyor. Vapurlardaki işportacılar gibi davranıyor. “Güçlü Türkiye” yaratacakmış. Bu bir slogan. Herkesin bir sloganı var. Türkiye, güçlü Türkiye konusunda önemli adımlar attı. Bazen tek parti döneminde, bazen koalisyon döneminde. Yarın tarih olacaksın ve senin dönemin hiç de zirvedeki bir dönem olarak hatırlanmayacak. 1946’dan 2002’ye kadarki büyüme, senin döneminin üstünde. İlkinde 5.3, senin dönemde 4.6. Sen onun ardındasın, ne konuşuyorsun? Dünyada gerçekten geçmişte pek sık görülmemiş bir genişleme, büyüme dönemi yaşanmış. Çin, Hindistan zıpladı gitti. Biz onların altında kaldık.
“Ya güldürme adamı; en vahim kişisel vesayet rejimini sen kuruyorsun”
Başka ne diyor? “Vesayet rejimine son vereceğiz” diyor. Ya güldürme adamı. Asıl en vahim kişisel vesayet rejimini sen kuruyorsun. Milletvekillerini tayin ediyorsun, yetmiyor bütün genel müdürleri, müsteşarları tayin ediyorsun. Başkan yardımcısının kim olacağı belli değil. Hiçbir kısıtlama getirilmiyor.
– Aliyev örneğini yaşayabiliriz yani.
Mümkün, bu başkanlık rejiminin doğasında var.
– Parlamenter sistemin kusurları var Türkiye’de. Lider sultası, ön seçimin olmaması gibi. İktidar da bundan yola çıkıyor.
Hepimizin umudu partiler yasası değişsin, bu sulta kaldırılsın, daha derli toplu bir düzene otursun idi. Şimdi başka hegemonyalarla takviye ediliyor ve artık dokunulmaz hale geliyor. Bir de istikrar diyor, gülünç oluyor. 14 yıldır yediğin önünde, yemediğin arkanda. Sen asıyorsun, sen kesiyorsun. Kişisel ihtiyaçtan, hegemonyadan, yargı korkusundan kaynaklanan, halkın siyaset yoluyla iktidara dur demesinden, Meclis’te çoğunluğu kaybetmekten korkan bir anayasa değişikliği. “Evet” kampanyası, neye ‘evet’ dediğini bilmeden ‘evet de’ diyor.
“Nusaybin’i geri almak için 74 evladımızı şehit verdik; korkutmayla, tehditle, şantajla siyaset olmuyor”
– “PKK, FETÖ hayır diyor” propagandası sahada etkili oluyor mu sizce?
Geri tepti. Bunu gördüler şimdi. Düşün, IŞİD “Allah birdir” dedi diye “Onunla yan yana mı olacağız kardeşim?” diyerek “Allah birdir” demekten vazgeçecek miyiz? PKK başkanlık rejimi iyidir diyor. İmralı’daki öyle diyor. PKK’yla, sen oturdun müzakere ettin. Adamın silah ve malzeme yerleştirmesine izin verdin, Güneydoğu’yu bıraktın. Bak, Nusaybin’i geri almak için 74 evladımızı şehit verdik. Önce senin bir hesap vermen lazım. Bunların hepsini boş laf… Vatandaş “Bana ne PKK’dan” diyor. “Hayır diyorum, bitti, o kadar.” Tehdit, şantaj, korkutma politikası acziyetin ifadesidir. 1 Kasım’da sana verildi de ne oldu? O tarihten itibaren 35 büyük patlama yaşadı Türkiye. Yüzlerce evladını verdi. Korkutmayla, tehditle, şantajla siyaset olmuyor.
“‘Hayır’ kampanyasının sahibi, kumandanı yok; Türkiye, kendi haline bırakılmayı çok özledi”
– ‘Hayır’ kampanyasında ne oluyor peki?
‘Hayır’ kampanyasının sahibi, kumandanı yok. Bu iyi bir şey ve ilk kez oluyor. Türkiye bunu çok özledi. Türkiye, kendi haline bırakılmayı istedi. Bir yanlışlığa dur demek için insanlar harekete geçtiler. Birbirinden fevkalade farklı çevreler aynı anlayış içinde. Talimatla yürüyen bir kampanya değil. Hayırdan korkmaya başladılar, çünkü kabarıyor, yükselen bir dalga var Türkiye’de. Bu net. Sonuç ne olur, bilmiyorum. Nereye kadar yükselir, bilemem. Olay anlaşıldıkça, öğrenildikçe yükselen bir toplumsal ‘hayır’ dalgası var.
Boş konuşmamaya özen gösteren bir kişi olarak yaptığım bir değerlendirme. CHP olarak, elbette, bütün gücümüzle sahadayız, koşturuyoruz ama Zeytinburnu’nda çıktığımda “Ben bir vatandaş olarak burada konuşuyorum, CHP sözcüsü olarak değil” dedim. Harekete geçerken de zaten bir vatandaş olarak harekete geçtim. Bu parti görevi değil. O duyguyla girdim ve o çok kabul gördü.
Tamamen herkesin kendi dinamikleriyle, kendi algılarıyla, duygularıyla, vatanseverliği ile ortaya çıkan bir milli harekettir. ‘Hayır’ milli bir hayırdır. Siyasi bir ‘hayır’ değildir. Herkes bunu çok iyi anlasın. İktidar da anlasın. Anlamaya başlayacak ve anladıkça ‘hayır’a karşı saygılı bir tavra girecek. İşaretleri var ama hâlâ yeterli değil. Evet diyen buna elbette özgürce ‘evet’ diyor…
“Cumhurbaşkanı diyor ki: ‘Bunu kendim için isteyecek kadar şerefsiz miyim ben?’ Bu lafı duyduğu zaman ikna olmuyor insanlar”
– Ama ‘hayır’ diyen o kadar özgür değil sanki.
‘Hayır’ özgürce denilmiyor. Bütün araştırmalar bunun maluliyeti altında. Birtakım insanlar sosyal medyada video filan yayımladılar. Kaymakamı, rektörü, savcısı… Bürokrasi ‘evet’ diyor millet değil, halk değil. O ‘evet’ diyenler, video çekenlerin de ‘evet’ diyeceği garanti değil. ‘Evet’ resmi tavır haline gelmeye başladı.
Toplum ‘hayır’ı onurlu, yiğitçe bir duruş olarak algılamaya başladı. Cumhurbaşkanı diyor ki: “Bunu kendim için isteyecek kadar şerefsiz miyim ben?” Şimdi bu lafı duyduğu zaman ikna olmuyor insanlar. İnandırıcı bir gerekçe değil. “Kendim için istemem…” Pek emin değil millet. Emin olması için fazla bir neden yok.