Kuzey Kore devlet başkanının üvey ağabeyi olduğu belirtilen Kim Jong-nam’ın 13 Şubat’ta Kuala Lumpur havalimanında öldürülmesi üzerine, cinayetin nasıl ve kimler tarafından işlendiği konusu yerini Malezya ve Kuzey Kore arasındaki diplomatik sürtüşmeye bıraktı.
Son gelişmeler, sürtüşmenin bu iki ülke ile sınırlı kalmayacağını gösteriyor. 4 Mart’tan bu yana iki ülke yönetimi, karşılıklı olarak büyükelçileri sınırdışı ederken, ilgili ülke vatandaşlarının bulundukları ülkeleri terk etmelerine de izin verilmiyor. Malezya Başbakanı Necip Rezak, Kuzey Kore’deki vatandaşların ‘güvenliğini’ sağlama adına söylem düzeyinde geri adım atmasına rağmen, Kore Yarımadası’ndaki krizin Güneydoğu Asya’ya doğru sıçrama potansiyeli var.
Malezya-Kuzey Kore ilişkileri
Bölgede hızla yükselen gerilim, iki ülke arasında ne türden ilişkiler bulunduğu konusunu da ilgi odağı haline getirdi. Malezya gibi Anglo-Sakson dünyaya mensubiyetiyle öne çıkan bir ülkenin Birleşmiş Milletler yaptırımlarına ve ABD ile ilişkilerine rağmen Kuzey Kore ile ilişkilerini devam ettirmesi, bu ülkenin elçiliğinin Kuala Lumpur’daki operasyonuyla sınırlı değil. Bu bağlamda, yaklaşık bir ay öncesine kadar Malezya ile Kuzey Kore arasında ‘özel’ denilebilecek bir ticari ve siyasi ilişkinin olduğu, hem Malezya hem de dünya kamuoyuna yansımış oldu. İki ülke arasında vize muafiyeti, ticari ilişkiler, Kuzey Kore Havayolları’nın (Koryo) Kuala Lumpur’da faaliyet göstermesi ve sayısı bine ulaşan Kuzey Kore vatandaşının Malezya iş hayatında yer alması bu süreçte dikkat çeken hususlardı.
Bu ilişki biçimi, Birleşmiş Milletler yaptırımlarına ve özellikle ABD’nin Kuzey Kore yönetimine yönelik siyasi baskısına rağmen, Malezya’nın, Kuzey Kore’yle işbirliği yapan az sayıdaki ülke arasında bulunmasını sağlıyor. Malezya cephesinden bakıldığında bu konu, her iki ülkenin ‘bağlantısızlar’ bloğuna mensup oluşu, Kuzey Kore’de sıradan vatandaşların zaten turist olarak ülke dışına çıkmasına izin verilmemesi, Kuzey Kore ile ticari ilişkilerin de daha çok devlet teşekküllerince yapılıyor oluşu gibi gerekçelerle mazur gösterilebilir. Hatta Kuzey Kore’nin ‘uluslararası çevrelere’ yakınlaştırılması çerçevesinde bu ilişkilerin faydasından bile söz etmek mümkün.
Kuzey Kore maktülün kimliğini reddediyor
Malezya’da işlenen cinayetin uluslararası bir boyut arz etmesinde, söz konusu cinayete kurban giden kişinin ‘gerçek’ kimliği ile cinayette kullanıldığı belirlenen öldürücü kimyasal maddeden kaynaklanıyor. Cinayete kurban giden kişinin üzerinden Kim Chol adına düzenlenmiş pasaport çıksa da, Güney Kore makamlarının yardımıyla bu kişinin gerçek kimliğinin Kuzey Kore devlet başkanının üvey kardeşi Kim Jong-nam olduğu ilan edildi.
Ancak Kuzey Kore yönetimi şu ana kadar bunu doğrulamadığı gibi, bu veriyi reddetme yolunu tercih ediyor. Böylece, şu ana kadar cinayeti ‘azmettirenlerle’ ilgili verilere ulaşılamaması bir yana, Pyongyang, ‘kimlik’ üzerinden reddiyesiyle olayla Kuzey Kore yönetimi arasında bir ilişki olmadığını ortaya koymaya çalışıyor.
Kuzey Kore terör listesine alınabilir
Cinayetin yabancı bir ülkede ve Birleşmiş Milletler’in 2005 Kimyasal Silahlar Sözleşmesi ve 1997 Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ne göre yasak kimyasal silah sınıflamasına giren VX türü sinir gazıyla işlendiğinin açıklanması birkaç açıdan önemli. Bunlardan ilki, kimyasal silah kategorisindeki bu maddenin, Malezya başta olmak üzere bölge ülkelerinin kimyasal silah ticareti tehdidi altında olabileceğini ortaya çıkarmış olması.
Bir diğer husus ise cinayetin Kuzey Kore yönetimince işlendiğinin kesinlik kazanması halinde uluslararası kurumların devreye girerek Kuzey Kore’nin ‘uluslararası terörü destekleyen ülkeler listesine’ alınması, aynı zamanda bu ülkeye yönelik yeni yaptırımların gündeme getirilmesi ihtimali. 2008 yılında söz konusu terör listesinden çıkartılan Kuzey Kore’nin yeniden listeye alınması hiç kuşku yok ki Kore Yarımadası’nda zaten gergin olan ilişkileri daha da arttırmanın yanı sıra, uluslararası kamuoyunun baskısına maruz kalan Kuzey Kore’yi biraz daha köşeye sıkıştırma anlamına gelecek. Bununla birlikte Kuzey Kore yönetiminin bu ihtimali hesaba katarak 4 Mart’ta yaptığı açıklamada, ABD’nin, Kuzey Kore’yi yeniden terör listesine alma konusunda bir karara imza atması halinde ağır bedel ödeyeceğine yönelik uyarısı da dikkat çekici bir gelişmeydi.
Kore Yarımadası’nda küresel hesaplaşma
Kim Jong-nam cinayeti, Malezya’da ülkeyi bir kez daha küresel kamuoyu önüne çıkartan ‘talihsiz’ bir hadise olarak algılanırken, aslında olayın perde arkasında Kuzey Kore ve Güney Kore ile Çin-ABD ve Japonya aktörlerinin rollerine de dikkat çekmek gerekiyor. Bu güçler arasında ABD ve Çin’in varlığının belirleyici konumda olduğu da aşikâr. ABD, bir yandan Doğu Asya’da kurduğu güvenlik kuşağında Japonya ve Güney Kore’yle ittifak yaparken, aynı zamanda bu iki ülkeye yönelik -örneğin Kuzey Kore tarafından- herhangi bir saldırı karşısında müdahalede birinci derecede rol alacak.
Son birkaç yıldır ısrarla devam ettiği füze denemeleri nedeniyle Kuzey Kore’ye yönelik ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler tarafından alınan yaptırım kararlarının çerçevesi genişletilmiş olsa da bu kararlar şu ana kadar Kuzey Kore yönetimine diz çöktürmeye kafi gelmedi. Aksine, Obama döneminde birbiri ardına gelen füze denemeleri sonrasında Kuzey Kore yönetiminin, yeni başkan Trump’ın ‘tehditvari’ yaklaşımından hemen sonra denemelere yeniden başlaması, Kuzey Kore yönetiminin Amerikan liderlerinin söylemini dikkate almadığını gösteriyor. Bu noktada akla şu sorular geliyor: Hangi ülke/ler ne amaçla Kuzey Kore’ye destek veriyor? Bu ülkeler desteklerini hangi şartlarda geri çekme eğilimi sergileyecek?
Kuzey Kore yönetimi, geçen pazartesi günü dört füzeyle yapılan denemeye gerekçe olarak, bir süre önce başlayan ABD-Güney Kore ortak tatbikatını gösteriyor. Nitekim ABD-Güney Kore tatbikatının Kuzey Kore’ye yönelik olası bir müdahalenin ipuçlarını taşıdığı konusunda görüşler mevcut. Pazartesi günkü füze denemeleri ve peşinden Kuzey Kore yönetiminin tehditvari açıklaması karşısında ABD yönetimi geçen yıl varılan anlaşma gereğince Güney Kore’ye füze savunma sistemleri (THAAD) yerleştirilmesi konusunda harekete geçti.
Çin barışa götürebilir mi?
Gelinen aşamada gözler Çin’e çevrilmiş durumda. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin önceki gün yaptığı açıklamada Kuzey Kore’yi nükleer ve füze denemelerine son vermeye çağırması oldukça önemliydi. Çin Kuzey Kore’ye bu mesajı verirken, aynı zamanda Kore Yarımadası’nda olası bir sıcak gelişmenin önüne geçmek amacıyla ABD ve Güney Kore’ye de ortak tatbikatı sona erdirme çağrısında bulundu. Wang Yi açıklamasında son gelişmeleri, ‘iki trenin hızla birbirine doğru yaklaşması’ ifadesiyle tasvir etmesi, bir anlamda Kore Yarımadası’nı sarabilecek aleve işaret ediyor.
Kuzey Kore’ye yönelik herhangi bir müdahale, Çin-Kuzey Kore arasındaki anlaşmaya binaen Çin tarafına doğrudan müdahele ‘hakkı’ verecek. Çin’in Kuzey Kore’ye ‘askeri’ desteği, sadece bu ülkeye ideolojik yakınlığından kaynaklanmıyor. Aksine, Kuzey Kore toprak parçası Çin için bir tampon bölge olma anlamı taşıyor. Bununla birlikte, iki ülke arasındaki anlaşmaya rağmen, Çin yönetiminin Kuzey Kore’yi savunma adına aktif bir müdahaleye hazır olup olmadığı, buna cesaret edip edemeyeceği ise meçhul. Kaldı ki, Çin son otuz yılda elde ettiği kazanımları böyle bir ortamda kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Tam da bu durumda, Çin dışişleri bakanının yaptığı açıklamayı Kore Yarımadası’nda barış sürecinin başlatılmasına şans tanıyacak bir açılım olarak da ele almak mümkün.
Kore Yarımadası’nda suların bu denli ısındığı ve hatta Malezya’daki cinayet bağlamında bölgesel ölçekte yayılma eğilimi gösterdiği bir ortamda ‘acaba Kore Yarımadası’na barışı getirecek bir yol var mı’ sorusunu da sormak gerekir. Barış gelecekse bunun nasıl ve hangi yollarla geleceği de önemli. Çin dışişleri bakanının açıklaması dikkate alındığında, Kuzey Kore üzerinde baskı kurabilecek yegâne ülkenin Çin olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu çıkışı, Çin yönetiminin görevini yapmaya başladığı intibaını verdiğini düşünmek de mümkün.
Şayet Çin yönetimi bu baskısını uluslararası kamuoyunda bir ‘şov’ olarak gündeme getirmiyorsa, kapalı kapılar ardında da olsa barışa yönelik girişimi çerçevesinde Kuzey Kore yönetimiyle görüşmelere başlaması, bugün için gerçekleşmesi güç de olsa yeni bir sürece yol açabilir. Böylece, bu sürecin Kuzey Kore yönetiminin, Çin’in iknasıyla uluslararası çevrelerin kararlarına boyun eğmesi, bir başka deyişle uluslararası kamuoyuyla işbirliğine kapılarını aralaması Kore Yarımadası’na barışın gelmesi anlamı taşıyacaktır.
ABD ve Çin jeo-stratejik yaklaşımlarını değiştirmeli
Bununla birlikte, iki Kore’nin birleşmesinin hangi şartlarda gerçekleştirileceği hususu da, Çin ve ABD yönetimlerini jeo-stratejik yaklaşımları noktasında yakından ilgilendiriyor. Birleşme ihtimalinin ufukta belirmesi halinde, Yarımada’nın ABD’nin güvenlik şemsiyesinde kalmaya devam etmesi Çin tarafından kabul edilebilir bir durum olmayacak. Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’un ifade ettiği gibi, Güney Kore ve Amerikan birliklerini Yalu Nehri’ne veya 38. paralelin yukarısına taşıyacak bir gelişme Çin’in ulusal güvenlik politikalarıyla doğrudan çelişen bir duruma işaret ediyor.
Öte yandan, birleşmiş bir Kore’nin Çin yanlısı politikalara evrilmesi de ABD açısından benzer bir potansiyele gönderme yapıyor. Sonuç olarak Çin ve ABD’nin, barış için masaya oturduklarında, bugüne kadar benimsedikleri jeo-stratejik yaklaşımlarını değiştirmeleri gerekiyor. ABD ve Çin’i bağlayıcı kılan bu şartlar bugüne kadar bu iki gücü Kore Yarımadası’nda statükoyu korumaya yönelik politikalara hapsetmişti.
Hiç kuşku yok ki Kuzey ve Güney Kore’nin birleşmesinin, sadece bu iki ‘öz’ halk arasında birliği tesis etmekle ve iki ülkeye barış getirilmesiyle sınırlı kalmayan, aksine küresel bir veçhesi bulunuyor. Bu anlamda tıpkı Soğuk Savaş döneminin bitişinde Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi süreci gibi, Kore Yarımadası’nda da benzer bir bütünleşmenin imkanı üzerinde kafa yorulurken, ABD’nin Almanya’nın birleşmesinde oynadığı rolün benzerini Kore Yarımadası’nda oynayabilmesi tek başına yeterli görünmüyor. İş dönüp dolaşıp ‘Çin faktörüne’ kilitleniyor. Bu günlerde ortaya çıkan bu en zor koşullarda barışa yönelik hesaplar yapılacaksa yine bu iki gücün yani ABD ve Çin’in inisiyatifle gerçekleştirilecek.